Kod 'Beyaz Plan', 1 Eylül 1939

-
Aa
+
a
a
a

Bizde “Seferberlik”, Avrupa’da ise “Büyük Savaş” olarak bilinen I. Dünya Savaşı, 28 Haziran 1919 Cumartesi günü, Versailles Sarayının “Aynalı Salon”unda, İkinci Reich ile muzaffer Müttefikler arasında imzalanan bir antlaşma ile sona erdi. Bu antlaşma, devletler arasında yüzyıllar boyunca imzalanagelen birçok antlaşmadan farklı niteliklere sahipti. Örneğin, savaşın çıkmasında Rusya ve Fransa’nın sorumluluğunun en az Almanlarınki kadar olmasına karşın, Almanya “saldırgan” ve “savaş suçlusu” olarak tanımlanıyor ve altından kalkılması adeta olanaksız bir maddi yükümlülük altına sokuluyordu. Ama Versailles Antlaşması Almanlar açısından bundan daha beter koşullar içermekteydi.

ABD Başkanı Woodrow Wilson, ABD’nin bu savaşa girmekten başka çaresi olmadığına karar verince, bir önkoşul ileri sürmüştü. Rusya, Fransa, Büyük Britanya ve İtalya hükumetlerinin savaş

ABD Başkanı Woodrow Wilson,Versailles Antlaşması sonrası

öncesinde ve savaş boyunca yaptıkları bütün gizli anlaşmaları ve paylaşım planlarını görmek istiyordu.

Gördükleri Wilson’ı şaşkına çevirmişti. ABD, bu sefil sömürgeci çıkarların tarafında olamaz, çocuklarının kanının bu alçakça paylaşımlar uğruna akıtılmasına göz yumamazdı. Wilson, Kongrenin 18 Ocak 1918 günkü ortak toplantısında ünlü “Ondört Umde”sini, 18 Şubat 1918 günkü toplantısında da “Dört İlke”sini dünyaya duyurdu. Kısa bir süre sonra, bu koşullara beş madde daha ekledi. ABD, Müttefikler yanında savaşa ancak dünyaya duyurulan bu 23 maddeye uyulması koşulu ile katılacak, dolayısı ile “demokrasi dünyanın her köşesinde korunmuş” olacaktı. Bu ilkelerin en önemlileri arasında, insan topluluklarının ve arazi parçalarının güçler dengesi adına, rastgele bir egemenlikten başka birine devredilmesinin yasaklanması; insanların kendi istedikleri yönetimi seçebilmeleri; herhangi bir bölgede egemenlik değişimi söz konusu olduğunda, muhakkak bölge halkının oyuna başvurulması ve çıkan sonuca uygun olarak davranılması gibi hükümler vardı.

Alman Hükumeti 5 Ekim 1918’de Başkan Wilson’a bir nota vererek, 23 maddede özetlenen bu ilkeler çerçevesinde barış görüşmelerine hazır olduğunu bildirdi. Müttefikler arasında yapılan temaslar sonunda Başkan Wilson, 5 Kasım 1918 günü Almanlara tekliflerinin kabul edildiğini duyurdu ve nihayet, 1918 yılının onbirinci ayının onbirinci günü, saat tam onbirde silahlar sustu.

Hitler’e nur yağdı

Silahlar susmuştu ama Müttefikler verdikleri sözde durmamış, Almanlar sanki “koşulsuz teslim” olmuşlarcasına davranmaya başlamışlardı. Diplomatik gelenekler çiğnenerek Almanlar sözlü müzakerelere davet edilmemiş; savaş boyunca sivil halkı açlığa mahkum eden ekonomik ambargo, koşulların bir an önce kabul edilmesi için acımasızca sürdürülmüş; kurulduğundan beri Alman olan Danzig kenti ellerinden alınmış; Batı Prusya, denize çıkış koridoru olarak Polonyalılara teslim edilmiş; güneydoğu Silezya’daki zengin kömür madenleri, ekonomisini düzeltmesi için yine Polonya’ya sunulmuş; Sudetler yöresinde 2 milyondan fazla etnik Alman, yeni kurulan Çekoslovak Cumhuriyeti savunulabilir sınırlara sahip olsun diye, toprakları ile birlikte bu devlete devredilmişti.

Gerçi Almanlardan beter durumda olanlar da vardı. Almanların safhında savaşa girdiği için Osmanlı’nın önüne sürülen Sevrés Antlaşması, Türk Ulusuna yaşam hakkını bile çok görüyordu. Bereket, Britanya Başbakanı ve azılı Türk düşmanı Lloyd George’un Avam Kamarasında itiraf ettiği gibi, “her yüzyılda ancak bir tane yetişen dahilerden biri”, Mustafa Kemal Atatürk, Ulusunun önünde bu azgın hırsın karşısına dikilmiş ve Sevrés paçavrasını layık olduğu yere, tarihin çöp sepetine gönderivermişti.

* * *

Britanya Başbakanı Lloyd George

Almanların Atatürk gibi bir kurtarıcıları yoktu. Clemanceau’nun intikam duygularını gemleyemeyen ve koşullarının uygulanmasını sağlayamayan Wilson da, antlaşmaya imza koymamanın dışında, bu olaydaki sorumluluğunu göz ardı ederek ABD’ye dönünce, Almanlar büyük bir çaresizlik içinde önlerine konan belgeyi imzaladılar. Ancak bu belge Almanların ortak bilincine “Versailles Diktat”, yani Versailles Diktası olarak yerleşti. Fransızların düzelmeye başlayan Alman ekonomosini engellemek için, ödemelerdeki gecikmeyi bahane ederek 11 Ocak 1923 günü Ruhr Havzasını işgal etmeleri, bir taraftan Alman bilincine “Diktat” sözcüğünü hiç silinemeyecek şekilde kazırken, diğer taraftan müthiş bir enflasyonun ve inanılmaz bir işsizliğin de yolunu açtı.
Böylesine kötü ekonomik ve politik koşullar, özellikle demokratik deneyimi yetersiz olan toplumlarda, daima ılımlı orta-yol partilerinin inanılırlıklarını yitirmelerine, seçmenlerin radikal çözümler ümit ederek, uç partilerin çapsız politikacılarına sığınmalarına neden olur. Almanya’da da böyle oldu. Bir yandan komünistlerin, diğer taraftan aşırı sağcı partilerin üzerine nur yağmaya başladı.

* * *

Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) böyle ufak ve aşırı bir parti idi. Liderleri Adolf Hitler, 20 Nisan 1889 yılında Avusturya’da doğmuş; Büyük Savaş çıktığında, bu kozmopolit ülkenin Slavlar ile dolu ordusunda görev almaktansa, Bavyera Ordusuna gönüllü olarak katılmıştı. Batı Cephesinde haberci olarak görev yapan Hitler, savaş boyunca iki kez yaralanmış, önce ikinci, daha sonra da birinci derece Demir Haç madalyası ile ödüllendirilmiş ve onbaşılığa terfi etmişti. Savaş sonunda, Almanya’yı bu duruma getiren dış ve iç düşmanlardan hesap sormak üzere politikaya atılmaya karar vererek, o tarihte sadece yedi üyesi olan bu partiye katılmıştı. İyi bir hatipti. Halka iş ve ekmek bulacağını, Versailles Diktasının prangalarını kıracağını anlatıyor, onlara nurlu ufuklar vaad ediyordu. İyi bir örgütçü idi. Savaştan dönünce sivil yaşama geçmekte ve iş bulmakta zorlanan eski askerleri solculara karşı dövüşmek ve onların silahlı güçlerini sindirmek için “Sturm Abteilung” (SA) adını verdiği birliklerde topluyordu. İyi bir reklamcı idi. Açlığın ve yenilginin psikolojisi altında ezilen Alman halkına, bu durumun tek sorumlusunun uluslararası Yahudi sermayesi olduğunu anlatıyor; onları ortak bir hedefe yöneltebilmek için, nefretlerini odaklayabilecekleri bir somut düşmana, Yahudilere işaret ediyordu.

Ne Adolf Hitler, ne NSDAP, ne de SA, Alman sivil ve askeri yönetim kadrolarını oluşturan Junkerlerin gözünde bir değer ifade etmiyordu. Alman Devletinin yönetimi üst sınıfların işi idi. Orada, lağımdan çıkıp gelenlere yer yoktu. Ancak sosyalist ve komünistlerin giderek artan politik ağırlıklarından ve sokak gösterilerinden bıkan, onların neden olduğu grevlerin üretim sürecini altüst etmesinden gına getiren büyük kapital, sıkıntılarına ilaç gibi yetişen SA’in patronuna kesenin ağzını açmakta sakınca görmedi. NSDAP kısa zamanda en zengin parti, Hitler de, sanayi baronlarının saraylarında görmekten en mutlu oldukları siyasi kişilik haline geliverdi. Parayı veren düdüğü çaldığı için olsa gerek, 1932 Reichstag

Nazi gençlik, Führer ile birlikte

seçimlerinde oyların % 37’sini alan  NSDAP, Meclise en çok milletvekili sokan parti oldu. Nihayet 30 Ocak 1933 Pazartesi sabahı, saat 11:00’de, Devlet Başkanı Feldmarşal von Hindenburg, kendi ifadesi ile “kan ağlayarak”, Onbaşı Hitler’i başbakanlığa atadı. Kısa zamanda bu koltuktaki yerini güçlendiren Hitler, Hindenburg’un 2 Ağustos 1934’te ölümünü izleyen günlerde Devlet Başkanlığı makamını da gaspederek kendini “Führer” (Önder) ilan etti. Artık Almanya’nın tek hakimi olmuştu.

* * *

Versailles Diktası, Alman Silahlı Kuvvetleri mevcudunu yüz bin kişi ile sınırlamıştı. Bu yüz bin kişi uzun süreli mukavelelerle askerlik yapan profesyonellerden oluşacak, askerlik çağı gelen sınıflara askerlik eğitimi verilemeyecekti. Ayrıca bu Ordu, uçak, tank, denizaltı ve diğer ağır silahlara sahip olamayacaktı. Yeni Führer daha 1933 yılında, gizli bir emirle bir hava kuvveti oluşturulması ve ordunun 300 bin kişiye çıkartılarak, tank ve ağır silahlarla donatılması için hazırlık yapılmasını istedi. Versailles denetiminden kaçabilmek için tank üretimi, “Zirai Traktör Programı” adı altında yürütülmekteydi. 1934 yılında ilk tank taburu, “Motorize Ulaştırma Eğitim Birliği” adı altında eğitimine başlamıştı bile.

Avusturya “katılıyor”

Saar plebisitinin Almanya lehine sonuçlanmasını takiben, 16 Mart 1935 günü, Versailles Antlaşmasının silahların sınırlandırılması ile ilgili hükümlerini tanımadığını ve Alman gençlerinin tekrar askere alınmaya başlayacağını ilan etti. 7 Mart 1936 günü ise Alman Ordusuna bağlı birlikler, 1919 yılından bu yana askerden arındırılmış bir bölge olan Rheinland’a girerek, buradaki eski kışlalarına yerleştiler. Führer, Versailles zincirinin iki baklasını daha kırmıştı. 13 Mart 1938 günü Führer bir başka kansız zaferini dünyaya duyurdu. Görünüşte “Anschluss” ilan edilmiş, yani Avusturya kendi iradesi ile Almanya’ya katılma ve Almanya’nın “Ostmark” eyaleti olma kararı almıştı.

Hitler’in iyi bir blöfçü idi. Bütün girişimlerinde ardında büyük bir güç varmış gibi davranıyor ve bu isteğinin uluslararası camiadan son talebi olduğunu bildiriyordu. Daima Batı demokrasilerinin yönetici sınıfının başkentlerinden uzakta, sayfiyelerdeki malikânelerinde oldukları haftasonlarında harekete geçiyor ve böylece daima fazladan 24 ila 48 saat vakit kazanıyordu. Bu ilk oldu-bitti denemelerinde ciddi ve güçlü bir tepki verilmesi durumunda geri adım atmaya hazırdı. Ama Batılı demokrasiler, kısmen savaş aleyhtarlığından, kısmen kısılan bütçelerin silahlı kuvvetlerini güçsüz bırakmasından, kısmen de Britanya’nın Versailles’da haksız davranıldığına olan inancından, bütün bu oldu-bittileri zayıf birer protesto ile geçiştirme yoluna gidiyorlardı.

Bir sonraki kriz patlamakta gecikmedi. Anschluss’tan iki hafta sonra Sudetenland’lı Almanlar, Çekoslovakya’dan sınırlı özerklik talep ettiler ve derhal Hitler tarafından desteklendiler. Yaratılan bu kriz uluslararası ilişkileri giderek gerginleştiriyordu. Herkes savaş beklemekteydi. Bu yüzden çıkacak bir savaşın Almanya’nın mahvına neden olacağını düşünen Alman generalleri, Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General Ludwig Beck’in yönetiminde, Hitler’e karşı bir askeri darbe planladılar. Ama planlarını yürürlüğe geçiremeden Britanya Başbakanı Chamberlain Hitler’in

Sudetenland'lı Almanların Hitler coşkusu, 1938

yardımına geldi. Savaştan gözleri korkan Britanya ve Fransa, 29 Eylül’de Münih’te, Mussolini’nin de katıldığı, ama Çek temsilcilerinin kabul edilmediği bir toplantıda Sudetenland’ı Hitler’e bıraktılar. 1 Ekim 1938 günü Alman birlikleri Sudetenland’ı işgal etti. Alman halkının gözünde Hitler’in kredisi çok yükselmişti. Bu koşullar altında darbe olasılığı kalmadığını gören General Beck, Hitler gibi bir patrona hizmet etmektense istifa etmeyi yeğledi. Hitler de kısa bir hazırlıktan sonra, Orta Avrupa’da barışın korunması bahanesi ile 15-16 Mart 1939’da Çekoslovakya’nın tümünü işgal etti. 23 Mart’ta ise Memelland Litvanya’dan gasp edildi.

Bir yandan Memelland işgal edilirken, beri yanda Hitler Danzig’in Almanya’ya iadesini ve karadan Doğu Prusya’ya ulaşım için Polonya’nın 1919’da Almanya’dan aldığı topraklar içinden geçen bir koridor verilmesini talep ediyordu. Aslında her iki isteğinde de haklı idi. Bunlar Versailles Diktasının neden olduğu haksızlıklardı. Fakat Chamberlain Avrupa’da barışı korumak için son tavizini Münih’te vermiş, saldırganlık karşısında son kez geri adım atmıştı. Hitler’in bu son taleplerine yanıt olarak 31 Mart günü Polonya sınırlarının bir Alman saldırısına karşı Majestelerinin Hükumetinin garantisinde olduğunu ilan etti. Polonya ile ikili anlaşmaları bulunan Fransa ve SSCB’yi de kendilerine katılmaya davet etti.

Beş nüsha basılan çok gizli direktif

Hitler’in taleplerini silah zoru ile kabul ettirmeye kalkması iki cepheli bir savaş anlamına geliyordu. Bu savaşta SSCB’nin de Polonya, Britanya ve Fransa safında yer alması Almanya için büyük bir felaket olacaktı. Bunu önleyebilmek ve Stalin’le bir anlaşma zemini yaratabilmek için Sovyetler ile temaslara 14 Nisan’da başlandı. Beri yandan Hitler askeri hazırlıkları 3 Nisan’da sadece beş nüsha olarak basılan çok gizli bir direktifle başlatmıştı bile. Bu direktife ve bu direktif çerçevesinde yapılacak askeri harekata verilen kod adı “Beyaz Plan” idi (Fall Weiss). “Beyaz Plan”, harekâtın 1 Eylül 1939 günü itibarı ile başlayacak şekilde planlanmasını öngörüyordu.

* * *

Hitler’in “Beyaz Plan” direktifini verdiği sırada Alman Ordusu, yaklaşık 1 milyon askerin görev yapmakta olduğu 54 tümenden oluşmakta idi. Bunların kırkı piyade, dördü motorize piyade, altısı Panzer (tank), altısı ise hafif tank tümeniydi. Oniki tank tümeninde toplam 2977 adet tank bulunmakla birlikte, bu araçlardan 2668 adedi, yeniden silahlanmaya başlandığı yıllarda üretilen, Mark-1 ve Mark-2 tipi hafif tanklardı ve pek ciddi bir vurucu güce sahip değillerdi. Ayrıca seferberlik ilanı halinde 750 bin ihtiyat askere alınabilecek ve bu efratla 52 tümen daha oluşturulabilecekti. Sorun subay sınıfındaydı. Ordu kadrosunda beş yüzü kurmay olan 25 bin muvazzaf subay vardı. Oysaki bu büyüklükte bir orduda subay sayısının 50 bin civarında olması daha makul gözüküyor. Kaldı ki Alman Ordusu çok kısa bir zaman diliminde on misli büyüdüğü için, Kurmay başkanlığı özellikle küçük rütbeli subayların eğitimini yeterli görmüyorlardı. Astsubay açığı ise daha ciddi boyutlardaydı.

Junkers-87 "Stuka"

Bu dönemde dört Hava Filosuna sahip olan Alman Hava Kuvvetleri (Luftwaffe), yaklaşık 1300 uçaktan oluşan General Kesselring komutasındaki 1’nci ve General Löhr komutasındaki 4’ncü hava Filolarını “Beyaz Plan” için görevlendirdi. Bu 1300 uçak içinde Heinkel-111 bombardıman uçakları, Messerschmitt 109 ve 110 avcı uçakları ve kara birliklerine, özellikle panzerlere yakın destek sağlayan, “Stuka” adı verilen Junkers-87 pike uçakları bulunmaktaydı.

Alman Ordusunun en büyük avantajı savaş doktrini idi. Müttefiklerin I. Dünya Savaşını kazanmalarında en önemli unsurlardan biri, bir İngiliz icadı olan “tank” silahıydı. İngilizler, 1917 yılından itibaren tankı bir piyade destek silahı olarak kullanmışlar ve başarılı olmuşlardı. Savaştan sonra Tümgeneral JFC Fuller, tankların bir destek silahı olarak perakende şekilde piyade birliklerine dağıtılmasındansa, bu araçları zırhlı tümen kuruluşlarında toplayıp kendi başlarına bir saldırı silahı olarak kullanma fikrini ortaya attı ve Britanya Ordusunun ilk tank tümenini kurdu. Fakat yüksek komuta kademelerinin tutuculuğu bu girişimin geliştirilmesini engelledi; Fuller emekliye sevkedildi ve zırhlı tümen unutuldu. Bu arada Alman kurmay subayları yenilginin nedenlerini araştırıyor, yapılan hataları irdeliyorlardı. Bu subaylardan biri Heinz Guderian’dı. Fuller’ı ve yazılarını uzun uzun inceledikten sonra bir “zırhlı savaş” doktrini geliştirdi. Bu doktrine göre, zırhlı birlikler ile uçak filoları eşgüdüm içinde hareket edeceklerdi. Yeni savaş tarzının yaratacağı fiziki ve moral baskınla düşman cephesi en kısa zamanda yarılarak panzerler ulaşabildikleri en üst karargâha doğru saldıracak, komutanları esir edeceklerdi. Amaç düşmanın adalesi konumunda olan savaşan birlikleri yerine, beyni durumunda olan komuta kademesinin bertaraf edilmesi idi. Beyin durunca, adale de kendiliğinden duracaktı. Guderian bu fikri Hitler’e başarılı bir şekilde pazarladı ve böylece kurulan ilk “Motorize Ulaştırma Eğitim Birliği”, beş yıl içinde altı panzer tümenine dönüştü.

Polonya’nın askeri durumu

Sayılar karşılaştırıldığında Polonya Ordusu pek zayıf gözükmüyordu. Onların da otuzu aktif, onu ihtiyat olmak üzere 40 piyade tümeni ile bir süvari tümeni ve olağandan büyük 11 süvari tugayı vardı. Silah altındaki asker sayısı bir milyon civarındaydı. Daha önemlisi, seferberlik ilanında hemen silah altına alabileceği, ikibuçuk milyonluk iyi eğitilmiş bir ihtiyata sahip olmasıydı. Polonya Ordusunun kreması süvari sınıfıydı. Süvariler gayet iyi eğitimli, cesur ve saldırgandılar. Polonya’nın bir sıkıntısı silahlardı. Bu cesur askerler genellikle “Büyük Savaş”tan arta kalmış malzeme ve silahlarla donatılmıştı. Polonya’nın sadece iki tank taburunda toplanan 225 tankı ve çoğu modası geçmiş 159 bombardıman ve 154 avcı uçağı vardı. Daha tehlikelisi, Başkomutan Mareşal Smigly-Rydz başta olmak üzere, bütün komuta kademesinin 1920 yılında, Varşova önlerinde Tukaçevski’nin süvarisini yenerken kullandıkları taktik ve doktrine gösterdikleri sadakatlarıydı.

* * *

Britanya’nın zoru ile Polonya sınırlarını garanti eden Fransa’nın ise, iş gelip savaşa dayanırsa, Alman sınırına konuşlandırabileceği 100 kadar aktif tümeni bulunuyordu. Vakıa Hitler Batılı müttefiklerin can-ü gönülden savaşacaklarını hiç ummuyordu ama Alman generalleri için bu korkulu bir rüyaydı. Çünkü hazırlanmakta olan harekât planına göre Polonya’da savaş bitene kadar Fransızların karşısında Almanyanın batı sınırını ancak altı ikinci sınıf tümen koruyacaktı. Derken 23 Ağustos günü gelen haber generalleri karabasanlarından kurtardı. Stalin ve Molotov ile temaslarda bulunmak üzere Moskova’ya uçan Dışişleri Bakanı von Ribbentrop, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktını imzalamıştı. Bu anlaşmanın ekinde gizli bir protokol bulunuyordu ve bu protokol hükümlerince Polonya komşuları tarafından dördüncü kez paylaşılmaktaydı. Paylaşım hattı kabaca Bug Nehrini izlemekteydi.

1939 yılındaki Polonya sınırları incelendiğinde, Bug Irmağının batısında kalan Polonya topraklarının üç yönden Almanlara komşu olduğu görülecektir. Alman-Polonya ortak sınırı 2800 km. uzunluğundadır ve Almanya kuzeyde Doğu Prusya’dan, batıda Pomeranya ve Silezya’dan, güneyde de ise yeni ilhak ettiği Bohemya ve Moravya’dan Polonya’ya saldırabilecek konumdadır. Zaten saldıracağı noktayı ya da noktaları seçme inisiyatifine sahip olan Almanya için bu kadar uzun bir ortak sınır adeta Allahın bir lütfudur. Bu koşullar altında, Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Halder, Harekat Dairesi Başkanı von Stülpnagel ve yardımcıları iç içe kapanan iki çemberden oluşan bir saldırı planladılar. Bu saldırıda iki ordu grubuna ayrılmış olan beş ordu görev yapacaktı. General Fedor von Bock komutasındaki Kuzey Orduları Grubu, General Georg von Küchler komutasında Doğu Prusya’da konuşlanan 3’ncü Ordu ile General Günther von Kluge komutasında Pomeranya’da konuşlanmış olan 4’ncü Ordudan oluşuyordu.

Von Ribbentrop, Saldırmazlık Paktını imzalıyor. Arkada Stalin ve SSCB adına imza atan, Halk Komiserleri Konseyi Başkanı Vatçeslav M. Molotov

8, 10 ve 14’ncü Ordulardan oluşan Güney Orduları Grubu ise General Gerd von Rundstedt’in komutası altındaydı. Kuzey Silezya’daki 8’nci Orduya General Johannes Blaskowitz, Güney Silezya’daki 10’ncu Orduya General Walther von Reichenau, Bohemya’daki 14’ncü Orduya ise General Wilhelm List komuta ediyordu.

Sağduyudan uzak savunma

Bu beş ordunun en ortasında bulunan 8’nci Ordu doğuya ilerleyerek, Bzura ırmağına ve Varşova’ya ulaşacaktı. Bu arada 4’ncü Ordu kuzey Pomeranya’dan önce doğu ve sonra güneydoğu yönünde, 10’ncu ordu ise önce doğu ve sonra kuzeydoğu yönünde hareket edecekler ve ilk çember böylece Varşova’nın üstünde kapanmış olacaktı. Bu arada Doğu Prusya’daki 3’ncü Ordu ile Bohemya’daki 14’ncü Ordu ise adeta 4’ncü ve 10’ncu Ordulara koşut olarak hareket edecekler ve ikinci ve daha geniş çember de böylece Bug Irmağı üzerinde Brest-Litovsk’da kapanmış olacaktı. Bu saldırı planının amacı, sınırları ve Varşova’yı koruyan Polonya ordularını küçük çemberin içine alarak, ricat fırsatı bulan birlikler ile Vistula ırmağının doğusunda konuşlanan ihtiyatları da büyük çemberin içinde yakalayarak imha etmekti.

Polonya, geleceğinden hiç şüphe etmediği bu saldırıyı karşılamak için nasıl hazırlanıyordu? Stratejik olarak, askeri birliklerini üç tarafından tehdit altında olan bir arazi parçasını korumak için sınırboylarına dizmektense, kuvvetlerinin büyük kısmını Vistula ırmağının doğusunda konuşlandırmak ve bu kuvvetleri gelişen Alman harekâtına göre yönlendirerek kritik noktalara kaydırmak ve müttefiklerinin Almanya’nın batı sınırındaki baskının artmasını beklemek daha makul olan yaklaşımdı. Ancak Polonyalılar hem ordularının eğitim ve yeteneklerine olağanüstü güven duyuyorlar, hem de bazı nedenlerden dolayı Vistula’nın batısını ellerinde tutmak istiyorlardı. Ne idi Polonyalıları böylesine tehlikeli konuşlanmalara iten bu nedenler? Bunlardan ilki, Versailles Diktasının Polonyalılara bağışladığı ve ekonomileri için çok önemli olan, Yukarı Silezya kömür madenleriydi. Bu madenler doğallıkla Alman sınırındaydılar. İkinci neden Varşova’nın güneyinde ve Alman sınırına 150-250 km. mesafede olan Kielce, Konskie, Opoczno, Radom ve Lublin gibi endüstri merkezleriydi. Korunması gereken üçüncü bölge Tarnow, Krosno, Drobycz ve Boryslav’dan oluşmaktaydı. Polonyanın mühimmat fabrikalarının, uçak ve motor üretim ve bakım tesislerinin, kömür ve petrol rafinerilerinin çok büyük bir bölümü, Alman sınırından sadece 35 ila 95 km. içeride bulunan bu kentlerde bulunuyordu. Nihayet Polonyalılar Lodz civarındaki tekstil endüstrilerini de ilk çatışmada elden çıkarmak istemiyorlardı. Aşırı güven ve aşırı tamah onları sağduyudan uzaklaştırmıştı. Kuvvetlerinin konuşlanması da bunu gösteriyordu. Polonya ordusunun yaklaşık üçte birini oluşturan Pomorze ve Modlin Orduları Koridorun içine ve çevresine yerleştirilmişti. General Szylling’in komutasındaki Krakov Ordusu Silezya kömür madenlerini, General Sosnkowski’nin merkezi Przemysl’deki Karpat Ordusu da Tarnow-Boryslav endüstri bölgesini koruyacaklardı. Lodz’un korunması ise General Rommel’in Lodz’un batısında ve Krakov Ordusunun kuzeyinde konuşlanan Lodz Ordusuna bırakılmıştı. Lodz Ordusu ile Pomorze Ordusu arasındaki bağlantıyı General Kutrzeba’nın komutasındaki Poznan Ordusu sağlayacaktı. Nihayet Narev Grubu, Doğu Prusya’dan gelebilecek saldırıları önlemek ve Narev ırmağını tutmak için Modlin Ordusunun doğusunda konuşlanmıştı.

* * *

1939 Ağustos’unun son günlerinde, Hitler’in SS adı verilen üniformalı haydutları kendilerine Polonya askeri süsü vererek sınıra yakın bir Alman radyo istasyonuna saldırmışlar ve bütün çalışanları öldürmüşlerdi. Ölenler yakındaki bir toplama kampından getirtilen mahkumlardı tabii ki. Führer bu olayı bir “casus belli”, yani savaş nedeni olarak niteledi ve Alman Ordusu Hitler’in tam beş ay önce randevu verdiği günde, 1 Eylül 1939 günü sabah saat 4:40’ta, hiçbir savaş ilanına gerek duymadan Polonya topraklarına girdi.

Naziler Polonya'da

Alçaklık anlaşması

Polonyalılar savaşın tıpkı 1914’te olduğu gibi piyadenin yürüyüş hızında cereyan edeceğini, ilk temasın hafif süvari keşif kolları arasında olacağını ve ana birliklerin karşı karşıya gelmesinin birkaç gün alacağını umuyorlardı. Bu arada onlar da seferberliklerini tamamlamış olacaklardı. Oysaki Luftwaffe derhal hava üslerine ve meydanlarına saldırarak, daha ilk gün Polonya hava gücünü imha etti. İkinci günden itibaren Luftwaffe kara ulaşımını kesmek ve Polonya birliklerinin hareketini yavaşlatmak için kara ve demiryolu kavşakları ile yollarda görülen birliklere saldırılara başladı.

Britanya ve Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan ettikleri 3 Eylül günü, von Kluge Koridoru tamamen düşmandan arındırmıştı. Fakat asıl şaşırtıcı performansı kolordular halinde örgütlenen panzer birlikleri gösteriyordu. Dümdüz Polonya arazisinde, yağmursuz ve güzel havanın avantajını kullanan Panzerler, Polonyalıların stratejisinin neden olduğu dağınıklıktan da yararlanarak günde ortalama 35-40 km. ilelemekteydiler. 8 Eylül’de Guderian’ın tanklar Varşova önlerine, von Kleist’ın tankları da San ırmağına varmıştı. 16 Eylül’de Vistula’nın batısında savaşacak kimse kalmamış, Panzerler Bug ırmağı üzerinde, Brest-Litovsk’da buluşmuşlardı. 23 Ağustos’ta imzalanan alçaklık anlaşması uyarınca, Sovyet Ordusu 17 Eylül günü payını yutmak üzere Polonya’ya girdi. Ertesi gün Polonya Hükumeti Romanya’ya sığındı. Savaş bitmiş, kahramanca direnen Varşova Garnizonu ve halkı dışında herkes silahlarını bırakmıştı. Onlar da, Luftwaffe’nin bombardımanı ve açlık nedeni ile 28 Eylül’de bu ümitsiz direnişe son verdiler. Belki Eylül başında savaş ilan eden Britanya ile Fransa geçen iki haftada batı cephesinde ne yaptılar diye merak ediyorsunuzdur. Hemen yanıtlayalım: Hiçbirşey!

Yıllar önce tank savaşının peygamberi Fuller bu tip savaşı anlatmak için “lightning war” (yıldırım savaşı) tanımlamasını kullanmıştı. Almanlar, bu deyimin Almancası olan “Blitzkrieg” sözcüğünü şöhrete taşıdılar. Ama Almanların bu yeni uygulaması gerçekten “Blitzkrieg” miydi? Savaştan sonra İngiliz savaş tarihçisi Yüzbaşı Sir Basil H. Liddell Hart ile konuşan General Guderian böyle düşünmüyordu. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı 17 gün süren bu boğuşma içinde birçok kez piyade ile tank birlikleri arasında meydana gelen boşluklardan rahatsız olarak Panzerleri durdurmuş ve piyadelerin onlara yetişmesi için bekletmişti. Bu “Blitzkrieg” değilse neydi ve gerçek yıldırım savaşı nasıl olmalı sorularını irdelemeyi, isterseniz bir başka sefere bırakalım.